Japonya'da geçirdiği yıllardan sonra izlenimlerini "Japon Yapmış", "Japon Ne Yapmış" ve "Japon Yapmış Türk Gezmiş" adlı kitaplarında toplayan Onur Ataoğlu ile www.okuyorum.org adlı kitap yorum sitesi için yaptığımız söyleşinin aynısını aşağıdaki satırlarda okuyabilirsiniz.
Japonya öncesi Onur Ataoğlu ile Japonya kültürü ile tanışmış, onların arasında yaşamış Onur Ataoğlu arasında ne farklar var?
Japonya, her şeyden önce bir farklılıklar, hoşgörü ve uzlaşma ülkesi; ancak toplumumuzda genel olarak Japonya’yı ve halkını belli bir kalıba sokma, tek bir açıdan değerlendirme eğilimi var. Ben de Japonya’ya önyargılarından kurtulamamış bir Türk olarak gitmiştim. Kafamda Japonya’yı bilindik klişelerden birisine oturtmak hedefi vardı. Bakalım geleneklerine saygılı, muhafazakar bir toplum muydu, yoksa batı hayranlığı ile dejenere mi olmuşlardı? Toplumca gri tonları kabullenmekte zorluk çekiyoruz;bu yüzden, çelişki ve farklılık, çeşitlilik gibi kavramları da olumsuz algılıyoruz. Japonya’da gördüğüm şey ise, çeşitliliğin, farklılığın ve zıtlığın ne kadar doğal karşılandığı, belki de hayatın kendisi olduğu idi. Ben de uzun süre bu gerçeği kabullenemedim ve sürekli olarak, “şunun olduğu bir ülkede bu kesinlikle olmamalı” gibi çıkarımlarda bulunmaya çalıştım. Tabii sürekli çuvalladım ve zamanla zıtlıkların da uyum içinde bir arada bulunabileceğini düşünmeye başladım. Çelişkiye kadar varan farklılıklar, farklılıkların yarattığı renklilik ve çeşitlilik, bu çeşitliliğe gösterilen saygı ve hoşgörü ise, Japon toplumunun temelini oluşturuyor. Japonya’nın bende yarattığı ilk fark bu gerçeği kabullenmem oldu. İkinci büyük fark da, Japon toplumunun insana, diğer canlılara ve hatta canlı olmayanlara karşı saygı gösterme prensibinin derinliği ve etkileyiciliği. Şinto inancının bu temel prensibi kulağa kolaymış gibi gelse de, bugün ülkemizde yaşadığımız stresin, gerginliğin, sürekli bir intikam ve rövanş duygusunun sebebi bu düşünceyi hayata geçirememiş olmamız. Yaratılan her şeye karşı saygının ardından hoşgörü ve tevazu geliyor. Bu düsturları içselleştirmek çok zor; sebebi de çok basit olmaları. Batılı kafamızla sürekli karmaşık çözümlerin peşinde koşuyoruz. Bir başka önemli etki de, doğa ile mücadele ederek değil, uyum içinde yaşama anlayışı. Hayatıma başladıktan 35 yıl sonra mevsimleri, hayatın hem döngüselliğini hem de geçiciliğini fark ettim. Güzelliklerin farkına varmayı, yaşanan “an”ın kıymetini bilmeyi Japonya’da öğrendim. Tahmin edersiniz ki, Türkiye’ye döndükten bir süre sonra da unuttum.
Bir bölümde "ailemle yanlarından geçmek için çekindiğim sokak serserileri bile nezaketle yol verdiler" diye yazmışsınız. Sonra başka bir bölümde "mafyası kendine mafya, başkasına zararları yok" demişsiniz. Dövüş sporlarında gelişmiş bir kültürü olan Japonlar nasıl olmuş da, herkese karşı bu kadar saygılı olmayı başarmışlar?
Yukarıda
bahsettiğim zıtlıkların birlikteliği ve uyumu bu durumu biraz açıklıyor
sanırım. Evet, dövüş sporlarında oldukça iyiler, vahşet konusunda da büyük bir
şöhrete kavuşmuşlar (bakınız İkinci Dünya Savaşı), ama gündelik hayatta, en
azından bugün, büyük bir güvenlik ve huzur ortamı var. Birincisi, tabii ki
yaşadıkları felaketlerden ders almışlar ve toplumsal hayatta saygı ve huzura
önem veriyorlar. İkincisi de, insanın ve her toplumun vazgeçilmezi olan
organize suçun bile çok katı bir etik ve ahlak anlayışı olması. Evet, suç ve
etik birlikte kulağa saçma geliyor, ancak kumar, fuhuş gibi belli sektörlerde
faaliyet gösteren mafya asla sıradan insanın hayatına karışmıyor. Oysa biz
Türkiye’de her an suçla iç içeyiz; arabanızı park etseniz otopark mafyası, büfe
işletseniz sizi haraca kesen mafya, vb… Japonya’da suç dünyası, toplumsal
hayattan keskin çizgilerle ayrılmış ve başınızı belaya sokmak için çok büyük
çaba göstermezseniz huzurlu ve saygılı bir toplumda yaşıyorsunuz.
Bir bölümde, Japon kadınların evlendikten sonra iş yaşamında yer almadıklarını yazmışsınız. Ancak bekarken iş sorununu çözmek için asansör görevlisi ve her katta geleni karşılama görevlisi gibi işler verdiklerini yazmışsınız. Evlendikten sonra kadın hiç mi yoktur iş yaşamında, yoksa bizdeki gibi çoğu tercih etmez mi çalışmayı? Japonya'da kadınların iş yaşamına bakışını ve kadınlara iş yaşamında nasıl bakıldığını biraz açabilir misiniz?
Japonya ile
ilgili en çok merak edilen konuların birisi de toplumda kadının yeri,
kadın-erkek-aile ilişkileri... Japonya, görünüşte kadının ikinci planda olduğu
bir ülke. Japon kadınının misyonu iyi bir eş, anne ve ev idarecisi olmak. Aile
hayatında kadın her türlü lojistik destekten sorumlu; evin İçişleri ve Maliye
Bakanı. İş hayatına katılımları ise nicel (ve hatta nitel) olarak minimum
seviyede; şirketlerde kadınların çalışacağı pozisyonlar genelde sekreterlik,
resepsiyonistlik, bankacılık, öğretmenlik, santral görevlisi, etkisi/yetkisi
minimum pozisyonlar ve her türlü destek hizmetler kadınlar içindir. Bu işlerin
çoğu da kadınların kendilerini gösterip müstakbel eşleri ile tanışacağı
vitrinlerdir. Kadınlar, birkaç sene içinde, tercihan işyerinden biriyle izdivaç
eyleyip işten ayrılırlar. Zaten evlendikten ya da çocuk doğurduktan sonra
istifa etmeyen üzerinde mahalle baskısı kurulur; artık işten ayrılma vakti
gelmiştir. Ayrılanların yerine yeni genç elemanlar alınır ve bir sonraki
jenerasyon görücüye çıkar. Bu tablo kulağa çok maço ve kabul edilemez
gelebilir, ancak Japonya’da kadının önceliği ev ve çocuk yetiştirmektir;
Japonlar da kadınların çalışıp maaşlarının çoğunu bakıcı ve temizlikçilere
vererek çocuklarını başkasının elinde büyüten batılı kadını anlayamazlar. Yani
tamamen farklı bir bakış açısı. Ancak, Japonya’da son 15-20 yıl içinde kadının
iş hayatındaki yerinde yavaş da olsa bir dönüşüm yaşanıyor; bekar ve çalışan
kadın sayısı hıza artıyor, ya da daha “çağdaş” erkekler çalışan eşlerini
destekliyor. Bu arada, Japon kadınının çok eğitimli ve kültürlü olduğunu da
eklemem lazım tabii bu durumda bu denli nitelikli bir kadın nüfusun pasifize
edilmesi şaşırtıcı geliyor. Ben Japon toplumunun kadınlara yaklaşımının bonsai (minyatür ağaç) yetiştirmeye
benzediğini düşünürüm; kadınların yeteneklerini, kişiliklerini, duygu ve
beklentilerini yavaş yavaş budayarak onları yapay ama sevimli bir şekle
sokuyorlar. Bu arada, kadına şiddet oranının çok düşük olduğunu, eve giren tüm
paranın kadına teslim edildiğini ve Japon toplumunun refahının keyfini
kadınların sürdüğünü de eklemem gerek.
Üç kitabınızı da okuduktan sonra Japonya'ya yolculuk duygum tetiklendi. Ailemle gidip gezmek isterim. Çok ucuz olmayacağının farkındayım. "İngilizce yeter, atlayın uçağa gidin gezin" mi dersiniz, yoksa "Japonca bilmeden zor, turla gidin" diye önerirsiniz?
Japonya gezileri
için en büyük masraf kalemi ulaşım; bir şekilde uygun, promosyonlu bir bilet
bulduktan sonra Japonya içinde gezmek, yemek anlatıldığı kadar pahalı değil; en
azından, Amerika ve Avrupa’dan daha ucuz diyebilirim. Japonya’ya ilk varışta
dil ve kültür şoku biraz ağır olabilir; o yüzden 3-5 gün gibi çok kısıtlı bir
zamanda gidiyorsanız, turlarla gitmenin avantajı (transferler, yer bulma, vb.)
büyük. Ama en az 15 gün bir süre ayırabilecekseniz, vaktiniz çok sıkışık
olmayacaksa, kendi başınıza gezmenin keyfi büyük olacaktır ve (uçak hariç)
astronomik bir masrafa girmezsiniz.
Gezmeyi seviyorsunuz. Blogunuzdaki yazılara göz attıktan sonra, acaba bir başka ülke ile ilgili bir gezi kitabı da yazmayı düşünüyor musunuz? Örnek; Polonya..
Evet, bloğumda (onurataoglu.blogspot.com) birkaç
kitaplık daha malzemem var; örneğin Polonya, Mısır, Finlandiya, Paris, Körfez
bölgesi vb. Ama bunları kitap haline getirmeyi düşünmedim, çünkü basılı kitap
çıkartmak ve özellikle okuyucu ile buluşturmak hızla zorlaşıyor. Konu çok derin
ve çetrefilli; işin içine ülkemizin giderek tekelleşen büyük yayınevleri ve
dağıtım şirketlerinin politikaları giriyor, yayın ve kitap dünyası giderek daha
fazla “business” oluyor. Bu konuda bir dokun bin ah işit konumundayım, o yüzden
lafı fazla uzatmayayım, ama ilgili ve meraklı küçük bir azınlığa blog ve
benzeri sosyal medyadan ulaşmak, onlarla tanışıp iletişim halinde olmak
(örneğin sizin siteniz) şimdilik yeterince tatmin edici.
İlginize çok teşekkür ederiz.